• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/groups/tekgozkoyu/?fref=ts
GİREBİ-1

Özcan Temel


GİREBİ-1





Girebi


Yöremizde,  her köy evinde, mutlaka bir girebi vardır.. Kimi babadan, dededen hatıra kalmadır; kimi yeni satın alınmıştır. Kiminin ağzı küçülmüştür, köstüreye tutulmaktan;  kiminin sapı kırılmıştır… Köyde yaşayanların, köy işiyle haşır neşir olanların eli ayağıdır, girebi…



Yaklaşık el  büyüklüğünde, hartama kalınlığında, zarif, yassı kesici bir alettir, girebi. Ucundaki karga gagasına benzeyen küçücük çıkıntıya gagak ya da gegek denilir; üstündeki saplık takılan kısmına, küpü…  Daha çok gürgen dalındandır, sapı.  Kol uzunluğundadır,  elin rahatça kavrayabileceği  kalınlıktadır. Demirinden, çeliğinden saplığına değin  yöresel  demir ve ağaç yontu ustalarının alın teri, el emeği, göz nuru gizlidir;  girebilerde… Yalnızca girebilerde mi? Tabii  ki hayır! Yassı , sivri baltalarda; girintilerde, oraklarda …



Her birinin  kendine özgü önemli işlevleri vardı; bu kesici aletlerin.  Dibinde patlayan her bir darbesi ile koca koca ağaçları  titrete titrete  yere yıkmak; sonra onları dal budaklarından ayırıp tomruk haline getirmek yassı baltanın  işiydi, bir zamanlar; tomruklardan  ‘yarmaça’ çıkarmak sivri baltanın işi… Girintiyle paldır vurulur; orakla ot bir de güllük biçilirdi….  Baltayla ağaç kesmek, tomruk yarmak tarih oldu; modern kesici aletler çıkalı beri… Orak hastalandı, girinti ayakta sallanmakta….


 




                                  Yassı baltayla sivri


                                  Girebinin gardaşı


                                  Girintiyile orak


                                 Arkadaşı,  yoldaşı….




 



Hiç onlarsız olur mu


Tarla, bahçe işleri.


El övünür, işlerse


Balta, orak, girebi


 



            Kamburlaşan, boynu bükülen dallar,  yüklerinden kurtulunca    yeniden baş kaldırır, aydınlığa… Çok da sürmez; günle, güneşle iniltili bu saltanat… Gün dakika dakika kısalıır; güneşli, sıcak günler gıdım gıdım azalırken bir telaş, bir hüzün çöker dallara…  Güz habercisi serin esintiler,   cilveleşir yapraklarla; garipsi  hışırtılar, yankılanır bahçelerde…  Uzaktan, aşağılardan  şırıldar, dere. Tin tin gacantura, keyifle uçarken bir daldan diğerine; göğsü kınalı serçecik, konduğu çalından ürkek ürkek süzer çevreyi; başını çevirerek  bir sağa, bir sola…



İri iri yağmurlar, iğneleyen rüzgarlar, bulutların arasından bir görünüp bir kaybolan  güneş… derken  incecik, uzunca saplı sarı, mor güz çiçekleri açılıverir; bir sabah, sesizce… Gün batımıyla  büzüşür,   yumulur; gün doğumuyla yeniden açılır… Tam  da bu zamanda başlar; bahçeleme işi…Çat, çat… girebi sesleriyle, irkilir; dallar...  Her fındık ocağı elden geçirilir, özenle: Kartlaşmış, verimsizleşmiş dallarla   üst üste binmiş   dallardan biri çıkarılır; diplerindeki yeni sürgün ışkınlar, tek tek kesilir; genç ışkalardan  birkaçı ayanır … Bu işleri kotaran da  girebidir; kesilen dalları çırparak boy boy arka yükü   eden de; dalların arasında kaynayıp üğümlere sarılan dikenleri gagağı ile çeken de…Atlar, budar; keser, cıbartır hatta yontar girebi…  Kütük üstüne uzatılan dalları, çalıları  girebi ile çıt, çıt…sobalık  kesmek,  ayrı bir zevk, tatlı bir keyiftir de. 


Bahçeye, tarlaya, yalıya, dereye, nereye gidilirse gidilsin, bir zamanlar,   ya ele alınırdı, girebi;  ya bele takılırdı. Caka satmaktı, fiyaka yapmaktı, girebiyle dolaşmak ; biraz da  heriflikti…  Değirmene  gidilmezdi, girebisiz. Bir yamaçtan diğerine uzanan, ağaçların, dalların gölgelediği dar, inişli-çıkışlı değirmen yolu; her zaman ıssızdı, her zaman sessiz...  Evin delikanlısı, üç got darıyı sırtlar;   kuşluk vakti, düşerdi  yola; değirmende keşik kapmak, sıraya girmek için.  


 



Yüklendim üç got darı


Değirmene gidiyum


Kapısından geçerken


Yare işmar ediyum….


 


                                    Elimdeki  girebi       


                                               Sırtımda darı yükü


                                               Ya sev ya beni bırak


                                   Çekemem ben bu yükü


 


            Evlerin yakacak ihtiyacı fındık bahçesindeki ağaçlardan, üğümlerden karşılanırdı; yıl boyu. Yazın daha çok   fındık odunu yakılırdı, ocaklarda; kışın yarmaça kızılağaç, gürgen…. Bahçe içinde birkaçı ayansa da daha çok komşuyla olan sınırda sıralanırdı;  iri gövdeli, koca koca kızılağaçlar…  Altındaki fındık ocaklarını gölgelememesi  için her yıl bir bir budanırdı. Budama, zahmetli bir işti. El, kol, ayak  becerisi gerektirirdi. Girebi bele takılır; birkaç hamlede iri gövdeli kızılağacın alt dalına çıkılırdı.  Alttan üste doğru çat, çat…  girebi darbeleriyle ağaç bir güzel budanırdı. Koca koca ağaçlar budandıkça çirkinleşir, hüzünlenir; küser, kararırdı… Yerdeki  dalların  alaftan temizlenmesi, çırpılması; çalı  haline getirilmesi işi yine girebiye düşerdi…



 


                                   Tak beline girebi


           Çık da yaykını buda


Sevip sevip ayrılmak


Bu yıl da oldu moda…


  


Seslendim ardı sıra


Hiç bakmadı geriye


Sevdalık çeke çeke


Döndüm ben  girebiye…




 


            Kese kese dalı budağı, nihayet ağzı körelirdi, girebinin. Keskinleştirmek, iş görür hale getirmek için köstürede, bilevlemek gerekirdi.  Çatal  üzerine oturtulan sarı ya da kül renkli köstürenin demir kolunu biri çevirirken, diğeri hem su döker hem de  dönen köstürede girebiyi bir güzel bilevlerdi. Köstürede, girebi, balta, orak, girinti hatta bıçak bilevlemek öyle herkesin yapacağı sıradan bir iş değildi. Onun da kendine göre incelikleri vardı. İşi bilmeyen yani işin erbabı olmayan  kör girebiyi bilevlerken daha da körletşirirdi. Erbabının elinde beş on dakikada jilet gibi olurdu; girebi, balta…




 


Vurdum dalı kesmedi


Girebimin ağzı kör


Guruttu beni sevdan 


Gel de şu halımı gör


 



Sis Dağı’nın başları


Soğuk soğuk esiyu


           Tuttum da girebiyi


Jilet gibi kesiyu…


 


Hani, sıkça söylenen bir atasözümüz vardır: “Alet işler, el övünür.”  Girebi işler de onu tutan el, onu sallayan kol övünmez mi? Övünür, mutlak.



Bir zamanların dili, gözü, kulağı; dahası doğayla uyumlu estetiği olan, sırtını kaşa veren güzelim köy evleri vardı. Toprak zemin üzerindeydi, bu evlerin büyücek kemer ocaklı  aşkanası.  İki çencikli kapı iki odaya açılırdı, aşkanadan. Bunlardan birine gelin odası denilirdi..  Odaların altında, hayvanların barındığı ahır bulunurdu. Akşam olup el ayak çekilince, yanan ateşin çevresinde oturulur; yemek yenir; ondan, bundan günlük işlerden söz edilirdi. Nihayet ateş söner, herkes uyumak için odasına çekilirdi. İşte, girebiler  o güzelim evlerin yadigarı bizlere…



O güzelim bağdadi evlerin çoğu,  zamana yenik düştü. Üçü, bilemedin beşi direnebildi yıllara; zor de olsa  ayakta kalabildi.  Ne yazık ki kalanlar da bitkin, bezgin, yaralı, yorgun, sayrı; artık… Aşkanalardaki kemer ocaklar yanmıyor; tahta odalarda beşikler sallanmıyor…



 Ya girebiler?  Onlar  şanslı, şimdilik. Ne elden düştüler ne gözden; ne de  gönülden ırak kaldılar.   Saplarını kavrayan  tanıdık ellerin  sıcaklığını hissediyorlar,  hâlâ. Pabuçları dama atılmadı, henüz…


 


25.08.2010


         Özcan TEMEL




  
2071 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın