GİREBİ-1 Özcan Temel GİREBİ-1Girebi Yöremizde, her köy evinde, mutlaka bir girebi vardır.. Kimi babadan, dededen hatıra kalmadır; kimi yeni satın alınmıştır. Kiminin ağzı küçülmüştür, köstüreye tutulmaktan; kiminin sapı kırılmıştır… Köyde yaşayanların, köy işiyle haşır neşir olanların eli ayağıdır, girebi… Yaklaşık el büyüklüğünde, hartama kalınlığında, zarif, yassı kesici bir alettir, girebi. Ucundaki karga gagasına benzeyen küçücük çıkıntıya gagak ya da gegek denilir; üstündeki saplık takılan kısmına, küpü… Daha çok gürgen dalındandır, sapı. Kol uzunluğundadır, elin rahatça kavrayabileceği kalınlıktadır. Demirinden, çeliğinden saplığına değin yöresel demir ve ağaç yontu ustalarının alın teri, el emeği, göz nuru gizlidir; girebilerde… Yalnızca girebilerde mi? Tabii ki hayır! Yassı , sivri baltalarda; girintilerde, oraklarda … Her birinin kendine özgü önemli işlevleri vardı; bu kesici aletlerin. Dibinde patlayan her bir darbesi ile koca koca ağaçları titrete titrete yere yıkmak; sonra onları dal budaklarından ayırıp tomruk haline getirmek yassı baltanın işiydi, bir zamanlar; tomruklardan ‘yarmaça’ çıkarmak sivri baltanın işi… Girintiyle paldır vurulur; orakla ot bir de güllük biçilirdi…. Baltayla ağaç kesmek, tomruk yarmak tarih oldu; modern kesici aletler çıkalı beri… Orak hastalandı, girinti ayakta sallanmakta….
Yassı baltayla sivri Girebinin gardaşı Girintiyile orak Arkadaşı, yoldaşı….
Hiç onlarsız olur mu Tarla, bahçe işleri. El övünür, işlerse Balta, orak, girebi
Kamburlaşan, boynu bükülen dallar, yüklerinden kurtulunca yeniden baş kaldırır, aydınlığa… Çok da sürmez; günle, güneşle iniltili bu saltanat… Gün dakika dakika kısalıır; güneşli, sıcak günler gıdım gıdım azalırken bir telaş, bir hüzün çöker dallara… Güz habercisi serin esintiler, cilveleşir yapraklarla; garipsi hışırtılar, yankılanır bahçelerde… Uzaktan, aşağılardan şırıldar, dere. Tin tin gacantura, keyifle uçarken bir daldan diğerine; göğsü kınalı serçecik, konduğu çalından ürkek ürkek süzer çevreyi; başını çevirerek bir sağa, bir sola… İri iri yağmurlar, iğneleyen rüzgarlar, bulutların arasından bir görünüp bir kaybolan güneş… derken incecik, uzunca saplı sarı, mor güz çiçekleri açılıverir; bir sabah, sesizce… Gün batımıyla büzüşür, yumulur; gün doğumuyla yeniden açılır… Tam da bu zamanda başlar; bahçeleme işi…Çat, çat… girebi sesleriyle, irkilir; dallar... Her fındık ocağı elden geçirilir, özenle: Kartlaşmış, verimsizleşmiş dallarla üst üste binmiş dallardan biri çıkarılır; diplerindeki yeni sürgün ışkınlar, tek tek kesilir; genç ışkalardan birkaçı ayanır … Bu işleri kotaran da girebidir; kesilen dalları çırparak boy boy arka yükü eden de; dalların arasında kaynayıp üğümlere sarılan dikenleri gagağı ile çeken de…Atlar, budar; keser, cıbartır hatta yontar girebi… Kütük üstüne uzatılan dalları, çalıları girebi ile çıt, çıt…sobalık kesmek, ayrı bir zevk, tatlı bir keyiftir de. Bahçeye, tarlaya, yalıya, dereye, nereye gidilirse gidilsin, bir zamanlar, ya ele alınırdı, girebi; ya bele takılırdı. Caka satmaktı, fiyaka yapmaktı, girebiyle dolaşmak ; biraz da heriflikti… Değirmene gidilmezdi, girebisiz. Bir yamaçtan diğerine uzanan, ağaçların, dalların gölgelediği dar, inişli-çıkışlı değirmen yolu; her zaman ıssızdı, her zaman sessiz... Evin delikanlısı, üç got darıyı sırtlar; kuşluk vakti, düşerdi yola; değirmende keşik kapmak, sıraya girmek için.
Yüklendim üç got darı Değirmene gidiyum Kapısından geçerken Yare işmar ediyum….
Elimdeki girebi Sırtımda darı yüküYa sev ya beni bırakÇekemem ben bu yükü
Evlerin yakacak ihtiyacı fındık bahçesindeki ağaçlardan, üğümlerden karşılanırdı; yıl boyu. Yazın daha çok fındık odunu yakılırdı, ocaklarda; kışın yarmaça kızılağaç, gürgen…. Bahçe içinde birkaçı ayansa da daha çok komşuyla olan sınırda sıralanırdı; iri gövdeli, koca koca kızılağaçlar… Altındaki fındık ocaklarını gölgelememesi için her yıl bir bir budanırdı. Budama, zahmetli bir işti. El, kol, ayak becerisi gerektirirdi. Girebi bele takılır; birkaç hamlede iri gövdeli kızılağacın alt dalına çıkılırdı. Alttan üste doğru çat, çat… girebi darbeleriyle ağaç bir güzel budanırdı. Koca koca ağaçlar budandıkça çirkinleşir, hüzünlenir; küser, kararırdı… Yerdeki dalların alaftan temizlenmesi, çırpılması; çalı haline getirilmesi işi yine girebiye düşerdi…
Tak beline girebi Çık da yaykını budaSevip sevip ayrılmak Bu yıl da oldu moda…
Seslendim ardı sıra Hiç bakmadı geriye Sevdalık çeke çeke Döndüm ben girebiye…
Kese kese dalı budağı, nihayet ağzı körelirdi, girebinin. Keskinleştirmek, iş görür hale getirmek için köstürede, bilevlemek gerekirdi. Çatal üzerine oturtulan sarı ya da kül renkli köstürenin demir kolunu biri çevirirken, diğeri hem su döker hem de dönen köstürede girebiyi bir güzel bilevlerdi. Köstürede, girebi, balta, orak, girinti hatta bıçak bilevlemek öyle herkesin yapacağı sıradan bir iş değildi. Onun da kendine göre incelikleri vardı. İşi bilmeyen yani işin erbabı olmayan kör girebiyi bilevlerken daha da körletşirirdi. Erbabının elinde beş on dakikada jilet gibi olurdu; girebi, balta…
Vurdum dalı kesmedi Girebimin ağzı kör Guruttu beni sevdan Gel de şu halımı gör
Sis Dağı’nın başları Soğuk soğuk esiyu Tuttum da girebiyiJilet gibi kesiyu…
Hani, sıkça söylenen bir atasözümüz vardır: “Alet işler, el övünür.” Girebi işler de onu tutan el, onu sallayan kol övünmez mi? Övünür, mutlak. Bir zamanların dili, gözü, kulağı; dahası doğayla uyumlu estetiği olan, sırtını kaşa veren güzelim köy evleri vardı. Toprak zemin üzerindeydi, bu evlerin büyücek kemer ocaklı aşkanası. İki çencikli kapı iki odaya açılırdı, aşkanadan. Bunlardan birine gelin odası denilirdi.. Odaların altında, hayvanların barındığı ahır bulunurdu. Akşam olup el ayak çekilince, yanan ateşin çevresinde oturulur; yemek yenir; ondan, bundan günlük işlerden söz edilirdi. Nihayet ateş söner, herkes uyumak için odasına çekilirdi. İşte, girebiler o güzelim evlerin yadigarı bizlere… O güzelim bağdadi evlerin çoğu, zamana yenik düştü. Üçü, bilemedin beşi direnebildi yıllara; zor de olsa ayakta kalabildi. Ne yazık ki kalanlar da bitkin, bezgin, yaralı, yorgun, sayrı; artık… Aşkanalardaki kemer ocaklar yanmıyor; tahta odalarda beşikler sallanmıyor… Ya girebiler? Onlar şanslı, şimdilik. Ne elden düştüler ne gözden; ne de gönülden ırak kaldılar. Saplarını kavrayan tanıdık ellerin sıcaklığını hissediyorlar, hâlâ. Pabuçları dama atılmadı, henüz…
25.08.2010 Özcan TEMEL |
2176 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |